FEYZİ AKKAYA KENDİSİNİ ANLATIYOR

Feyzi Akkaya, “Ömrümüzün Kilometre Taşları” adlı kitabında kendisini mizahi bir dille anlatır:

“BEN, yani FEYZİ AKKAYA”
“Konfor+Bahtiyarlık=Sabit”

“23.12.1907 Üsküdar doğumluyum. Dört kardeşin üçüncüsüyüm. Dedelerimiz, “Kırım 93” muhacirlerindenmiş. Herhalde, Kırım’ın yakışıklı sahil ahalisinden değil, içerlerdeki “Noğay”lardan olacağız. Yapılarımızdan belli… Zaten çocukken yer sofrasında Çerkes karışığı annem, bizi “pis Nogaylar, pis Nogaylar” diye paylardı. Anlamadan sorardık:
- Anne, Nogay nedir?
- Yemek yerken yağlar dirseklerinden damlar.
O zaman, biz üç kardeş için Nogay’ın bu tarifi yeterliydi.

Tatarca bilmem, fakat, üç yaşlarında Trablus Şam’da bulunmuşuz. Bütün Arapça küfürleri ezbere bilirim. Hiçbir devirde kifayetli bir lisana sahip olamadım. İkinci Cihan Harbi’nden evvel moda, Almanca’ydı. Harpten sonraki modaysa İngilizce’ye dönüştü. Bugün teknik mevzular dışında yetersiz kalan bir “Almanca+İngilizce” karmasına sahibim. Çok şükür ki işten çekilince artık buna da ihtiyacım kalmadı.

Boyum 1.72, değişmez kilom 64-66 arası… Sporu severim. Fırsatlara bağlı olarak ve tam amatörce; futbol, tenis, av, deniz, balık en sevdiklerim arasındaydı. Şimdi yalnızca gündelik yürüyüşler ve pek seyrekleşen balık partileri yetişiyor da artıyor… Mektebe futbolu ben soktum. Topun peşinden son koşmam, 60 yaşlarıma rastlar.

Pazar günleri, eskiden beri piknik günümdür. Yanılıp da o gün ziyarete gelirseniz, evde oturamazsınız. Garajdan kendinize göre çizme ve muşamba seçip beraberce dağa gelmeye mecbursunuzdur. Pazar günleri, yazın deniz; kışın, çocukların çamura bulanma günüdür. Anneler Pazar günleri çocuklarını bize çamur kıyafetinde getirirler.
Söylemeye lüzum yok; Sezai, ekibin daimi üyesidir.

Ellerime güvenirim, marifetlidirler. Kaba işlere de gelirler, ince işlere de… Dışarda; demir işleri, marangozluk, camcılık, tenekecilik… İçerde; yağlı boya, sulu boya, kara kalem resimler ve tabii mühendislerin vazgeçmeleri mümkün olmayan mühendislik resimleri olan çizgileri, planları ve projeleri… Kısacacı desinatörlük…
“Bey… Desinatörlük senin işin değil. Sen müsvedde olarak çiz, desinatöre ver, o temize çeksin,” diyeceksiniz ama ben şimdiye kadar müsvedde resim çizmeye vakit bulamadım ki… Bir yandan tasarlayıp, bir yandan hesaplayıp bütün resimlerimi bir seferde temiz olarak çizdim. (Yaşasın kurşun kalem!)

Hiçbir işe, tavuk kümesi dahi olsa, masa başında tasarlayıp denkleştirmeden başlamadım. Adıma tescilli patentlere bakarak beni, yeni icatlar peşinde koşmuş biri sanabilirsiniz… Halbuki bunlar, başımız sıkıştığı zaman, yalnızca problemlerimizin çözümü için ele alınmış dizaynlardır. Rekabet şartlarının zorlaması sebebiyle patente başvurulmuştur. Bedelleriyse 60 Türk lirasıdır.

Tanrı’nın beni tembel yaratmış olduğuna hükmediyorum. Hangi işe başlarsam başlayayım, daima; “Şunu çabuk bitireyim de rahat edeyim!” düşüncesiyle, o işe tam hız ve tam konsantrasyonla atıldım; fakat, ömür biter, işler bitmez… Rahat edecek “antrakt”a bir türlü kavuşmak nasib olmadı. Bu tempo içinde bana yakıştırılan çalışkanlık, sonradan edinilmiş bir huy olarak, ister istemez yerleşti. Herkes de beni – Sezai dahil – çalışkan olarak tanıdı.

Yaşımız 70’e yaklaşırken Sezai, bir gün, o sonu gözükmez hayallerini işletiyor, dibi 20-25 seneye dayanan bir atılımın basamaklarını sıralıyordu. Dinlerken dayanamadım, lafını kestim:
-Sezai be… Nereye koşuyoruz, nereye yetişeceğiz? Ben istikbalimi temin ettim. Karacaahmet’te tapulu bir arsam var!
Sezai yapıştırdı:

  • Feyzi’ciğim, benim yok. Ben daha istikbalimi temin edemedim…

Gerçi bu işin şakasıydı ama, ben o anda samimiydim.

Mecbur olmadıkça hiçbir teknik kitap ve mecmua okumadım ve yine mecbur olmadıkça hiçbir yeni dizayna teşebbüs etmedim. Sebebi derinde yatan tembellik, diyorum. Halbuki okumayı severim. Spinoza’dan Mayk Hammer’a kadar…
Arabada bile radyo açmam. Televizyonda belli programlar ve belgeseller dışında pek bir şey seyretmem. Garp müziğinin (bunalım müziği hariç) klasiğini, hafifini, Türk Sanat müziğinin monotonluktan kurtulabilmiş olanlarını severim. Gazetelerin yazdığı gibi keman çalmıyorum: Vaktiyle, ben yedi yaşındayken benim adımda birisi, iki sene keman çalmış… Şimdi pikniklerde, benim arabamın torpido gözünde, bir ağız mızıkası ve bir kaval daima bulunur ama artık bizde onları üfleyecek nefes nerede…

Allah’a değil, Tanrı’ya inanırım. Doğaya hayranım. Zehirli zehirsiz bütün bitkileri, böcekleri, insan denilen bencil mahluk şüpheli olmak üzere bütün canlıları, severim. Galiba bunlara saygı da duyarım. Hayat felsefem şu matematik formüle dayanır:

Konfor + Bahtiyarlık = Cte (Sabit)

Konforu, lüksü ne kadar artırırsanız, bahtiyarlık o kadar uzaklaşır. Yaşam boyu bu formüle sadık kaldım. Konforun asgarisiyle yetindim, lükse hiç sapmadım.
Birinci formüle bağlı ikinci formül:
“Paranın fazlası lükstür, çünkü lükse sarfedilir.”

Buradaki paradan kasıt, tabii ki şirket sermayesi değil; şahsi servettir. Şirket sermayeleri devlet kontrolü altındadır. Resmi hesaplar arasında “Patrona bir paket Bafra sigarası” kaydına dahi rastlansa suçtur.
Şahsi servete gelince… Size bir müteahhidin genel tarifini yapayım, daha kolay anlaşılır:
Bütün parasını işe yatırır. Yetiştiremez aranır, yelek cebinden 2,5 lira çıkar, onu da işe yatırır.
İşte bu adam müteahhittir.
Bizleri mülti-milyoner, sonraları mülti-milyarder, daha sonraları deo-bio-mülti-trilyoner ilan edenlere inanmak, hoşunuza gidiyorsa inanınız.

Şimdiye kadar kimse beni “huysuz” olarak tanımlamadı. Sezai hiç küfür etmez, ama ben ederim. Bu küfürler bir hiddet ürünü değil, mesleki gereksinimlerden, bağırma komponenti yüksek, pigmentinde aşağılayıcı element bulunmayan küfürlerdir. (Direksiyon başı küfürleri bu kategoriye girmez.)
Ağız kavgası yapamam çünkü kısa zamanda döğüşe dönüşür. Geçmişteki deneyimlerim böyle bitmiştir.
Kendi alemime dalabilmek için yalnızlık saatlerimi severim. İlgi duymadığım konularda konuşmaktan hoşlanmam. Eğer birisiyle bu neviden nezaketen bir konuşmaya dalmışsam onu, nazik cevaplar verebilecek bir düzeyde dinler, bir yandan da kendi alemimdeki konuya dalarım. Buna “bir kulağından girip öbür kulağından çıkma” diyorlar. Bu konuda ustayımdır. İşte misali:
Hatırlı bir misafiri, Sezai’nin yerine ben karşılayacaktım. Yardımcı olarak da yanıma Muzaffer’i almıştım. Yarım saat sonra misafirimizi selametledik:

  • Güle güle Rüknettin Bey, tanıştığımıza çok memnun oldum.

Misafirin arkasından kapıyı acele kapayan Muzaffer patladı:

  • Aşk olsun ağabey!.. Adamın adı Şecaattin… Sen, Hüsametten dedin, Kerametten dedin, Alaattin dedin, her sefer başka isim söyledin, çıkarken de Rüknettin!..

Yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalışırım.
Fasulyeyle pilavı bile karıştırmam.
Bizim Samsun sigarasını içerim, Marlboro içmem.
Başkaca kötü huyum yoktur.
Şu anda kendi köşemde rahatsız edilmeden yaşamak isterim.”

Yıl: 1988

* “Ömrümüzün Kilometre Taşları” kitabına Feyzi Akkaya Temel Eğitim Vakfı'ndan ulaşılabilir.