ANILARI

Çocukluk

“Onunla sopa arkadaşı idik, onu kıramazdım…”

“Babam askeri balıkhanenin müdürü oldu ve eve Beykoz dalyanındaki balıkçılardan “Hasan” emirber geldi. Hasan yeni evlenmiş, torik yapılı ama palamut kafalı bir askerdi. Beykoz’a firar ettiği geceler, sabah kapıdan girer girmez Remzi’den (Feyzi Akkaya’nın babası) yediği sopalar ses getirirdi.

Babam sırt, kafa, göz dinlemez, oracıkta eline ne geçirirse onunla işe girişirdi. Hasan bir gün yalvardı:

  1. - Arkadaş, ben kaçtığım geceler sen şuraya, göz önüne öyle bir sopa koy ki, çok ses çıkarsın ama acıtmasın.

 

Onunla sopa arkadaşı idik, onu kıramazdım, ihtisasım dahilindeki bu iş için derhal kolları sıvadım, özel bir sopa imal ettim.

Babamın bu sopayı kullandığı seansta ben de hazır bulundum. Remzi, Hasan’ın sırtında, kafasında, bu sopa ile öyle şakırtılar kopardı ki bütün mahalle duymuştur.

Seanstan sonra Hasan’a sordum:

  1. - Nasıldı?
  2. - Çok güzel… Ama kafamda kırıldı. Sen yine aynısını yap hazır bulunsun.”

“Beni kızın önünde dövemezsin”

“ (…) Eve bitişik bir erik ağacından ceplerimi doldurdum. Dönüşe başlayacaktım ki yanımda hafif hafif tüten baca gözüme ilişti. Hata. Bacadan içeri bir taş koyuverdim. Neticeyi gözlemeye vakit kalmadı. Pencereden erik ağacına bir kız atladı ve hızla tırmandı. Kedi kadar çevik (Hem de güzel).

Can havliyle firar ettim, bir hayli de kiremitleri kırdım.

Akşam üstü babam, üniforması sırtında bahçeyi teftiş ederken kız damda belirdi:

  1. - Efendi amca… Yanındaki çocuk bizim dama geldi, eriklerimizi yoldu, bacadan da bir taş atıp tenceremizi devirdi. Damın bütün kiremitleri kırık.

 

Babam beni oracıkta yıktı. Güm. Pozisyona getirdi ve hem kendi hem de kız adına bir hayli sopa çekti.

Seans sonunda bahçe kapısından içeriye girince Remzi’ye çıkıştım:

  1. - Beni kızın önünde dövemezsin.

Babam beni o anda tersledi, fakat bu vakadan sonra hiçbir yabancı önünde beni dövmedi. İşte bu tarihten sonra bu iş tam regülasına girdi.”

“Ayağım patlıcan tenceresine daldı…”

“Akşam olmuş, alacakaranlık çoktan çökmüştü… Annemle babam işte o zaman geldiler. Onlara kapıyı ben açtım. Annem girerken:
- Bey… Çocuklar açlıktan ölmüşlerdir… Evde de yiyecek hiçbir şey yok. Doğru mutfağa girelim, sen bir pilav yap, ben bir patlıcan silkme yapayım, çocukları doyuralım.

Doğru bahçedeki mutfağa koştular, işe giriştiler. Ben ara sıra, midem kazındıkça turları kesip kafamı kapıdan sokuyor ve faaliyeti kontrol ediyordum. İşte bu kontrollerin sonuncusunda felaket geldi çattı: Çıplak ayağım, soğuması için kapı eşiğine konulan patlıcan tenceresine daldı.

Bun bu felakette ayağımın haşlanmasını ikinci plana iterek suç izlerini yok etme operasyonuna giriştim. Tencerenin götünü bir kere yere vurup çalkalama bütün izleri örttü.

Sonra kuyunun tulumbasına koşup ayağımın sıvışıklarını yıkadım ve haşlaklarımı serinlettim. Ben bu suçu sır olarak saklama kararında idim, fakat sofrada babamın, özellikle annemin pişirdiği patlıcanın fevkalade lezzetinden söz etmeye başlaması beni o kadar keyiflendirdi ki kıkırdamayı bir türlü kesemedim.

Nihayet, yemeğin sonu geldi, babam iskemlesini geriye sürdü ve son övgüsünü yumurtladı:

  1. - Benim pilav fena değildi ama senin patlıcan nefis olmuş…

İşte o zaman, bütün akıbetine razı olup makaraları koyuverdim. Babam şaşırdı:

  1. - Deminden beri pişmiş kelle gibi sırıtıyordun, ne gülüyorsun?
  2. - Lezzetli olmaz mı? Ben o patlıcanın içine demin yalın ayakla basmıştım.

Remzi ve bütün sofra donup kaldı. Ayaklı patlıcandan hepsinin nutku tutulmuştu. Toptan hesap görmüştüm.”
“Baba… Bana epey sopa çektin, eline sağlık”

“Seneler sonra, babam emekli olmuş ve yaşlanmışken, benim de mühendislik hayatımın ilk senelerinde, bir sofra başında aramızda şöyle bir söyleşi geçti:

  1. - Baba… Bana epey sopa çektin. Eline sağlık ama üç tanesi haksızdı.

Babamın “Hangileri?” diye sormasını bekliyordum. O ise bir kahkaha patlattı:

  1. - Desene binde üç hata ile doğru keşfetmişim…

(…) İyi baba idi. Şimdi dayaksız metodla büyütülen çocuklara acıyorum: Kıçlarında sopa izi olmadığı gibi çocukluk hatıraları da yok.”

İşgal günü: “Mustafa Kemal’e dua edin”

“Hocalarımızın çoğunluğu, devletin aylık veremeyip (mecburi izin) boş bıraktığı subaylardandı. Ayaklarında, çivili asker postalları, sırtlarında dökülen, yarı sivil asker elbiseleriyle, İstanbul’un Müttefiklerce resmen işgaline kadar bizlere öğretmenlik ettiler. İşgal günü müdürümüz bizi bahçede topladı:

  1. - Herkes evine gitsin ve sokağa çıkmasın. Ben çağırmadan da mektebe gelmeyin. Mustafa Kemal’e dua edin, dedi ve bizleri evimize yolladı.

Mustafa Kemal’in adını ilk defa duyuyorduk. Sonradan çarşıda İtalyan polisinin gözünden uzak yerlerde kartpostalları satılmaya başladı. Bir gündeliğe kıyıp bir tane de ben aldım. Kaplan bakışlı bu resmi, hımbıl Sultan Reşat ve Kambur Sultan Vahdettin ile mukayese ettim. Ve o dakikada bağlandım.”

“Babama söylerim! / Benden de selam söyle!”

“Babamın sopayı ne zaman kestiğini iyice hatırlamıyorum, fakat dozajı yavaş yavaş düşürdüğü muhakkak. Orta mektep senelerinde bu konuda pek bir hatıra taşımıyordum. O senelerde benden yedi yaş farklı küçük kardeşimle çekişmelerimizden bir hatıra, babamın o senelerdeki davranışını belirler.

Kardeşim, bahçede benimle başa çıkamayacağını anlayınca tehdide kalktı:

  1. - Gider babama söylerim.
  2. - Benden de selam söyle.

Kardeşim sümüğünü çekip vızıldanarak içeriye gitti.
Biraz sonra bahçeye bakan pencerenin sürgüsü sürüldü:

  1. - Feyzi oğlum…
  2. - Efendim baba!
  3. - Aleykümselam oğlum.”

ESKİ SALACAK VE SALACAKLILAR

“Vapurda unutulan paketler eve yollanırdı”

“Salacak o devirlerde şehir içinde sayfiye idi. Kız Kulesi’yle bölünen akıntılı suları, sessiz yalıları, kendine mahsus seyrek halkı ile Üsküdar’ın gizli bir köşesi idi. Şehir hatlarının küçük bir vapuru, Kabataş-Harem-Salacak üçgeninde sabah, öğle, akşam, günde üç sefer yapardı. Efendi kaptan yolcularını tanır, geç kalanları acele etmeleri için düdük sesleri ile ikaz ederdi. Eğer vapurun ritmik gürültüsü ninni tesiri yapar ve uyursanız, iskelenize gelirken sizi uyandırırlar (bendeniz gibi), unuttuğunuz paketiniz varsa evinize yollarlardı. Çımacı güzel Yusuf, Kadem Ali, Ömer, Kürt Hasan, Kız Kulesi’nin bekçisi Oflu acaba hala sağ mıdırlar, yoksa Salacak’larını bugünkü haliyle görüp kahırlarından öldüler mi?”

İŞ HAYATI

Atatürk’ün inşaat ziyareti

“Akşamları herkes günlük raporlarını verirdi. O gün Osman’ın raporu mühimdi.

  1. - Gazi bugün inşaata geldi. İki amele bir hendekte lağım deliği açıyorlardı. Birisi matkabı tutuyor, öbürü varyoz sallıyordu. Atatürk biraz seyretti, sonra hendek tepesinden onlara seslendi:
  2. - Siz, Cumhuriyet Halk Fırkası programına mı, yoksa Terakki Perver Fırka umedelerine mi taraftarsınız?

İkisi de işlerini bırakıp kafalarını kaldırdılar, Atatürk’e hayretle baktılar, sonra matkapçı varyozcuya döndü:

  1. - Vur ulan…

Bu cevap Atatürk’ün o kadar hoşuna gitti ki, gidinceye kadar ağzının içinde “vur ulan” dolaşıp durdu.” (Ankara’da devlet dairesi dönemi 1932)

Atatürk’e köşk aranıyor

“Yazıhanede şikayetçi olmadığım yegane komşu, yan odayı işgal eden, beyaz Ruslardan memlekette kalan Mösyö Pistiryakof idi. İyi bir mühendisti. Yarım Türkçe bilir fakat meramını anlatabilirdi.

(…) Bir aralık beni Caddebostan’daki evine çaya davet etti. Bazı bahaneler icad edip özür diledim. Hata etmişim… o günlerde cereyan eden bir hadiseyi bana sonra o civarda oturan birisi anlattı. Atatürk, o zamanki İstanbul Belediye Başkanı’na, “Bana, Caddebostan’da satılık bir köşk bulunuz” emrini vermiş. Denize de cephesi olan geniş ve güzel bahçeli Pistiryakof’un köşkünü bulmuşlar. Pistiryakof ister istemez boyun eğmiş. Atatürk köşkü çok beğenmiş ve Pistiryakof’a niçin sattığını sormuş. Pistiryakof, “Siz istediğiniz için” cevabını verince Atatürk çok mütehassis olmuş ve köşkü almaktan vazgeçmiş. Salonda kahve içerlerken Pistiryakof’un Türk tabiyetinde olduğunu öğrenince bir Türk ismi taşımasını teklif etmiş ve ricası üzerine, güzel bahçesine izafe ederek ona, David’i Davut’a çevirerek “Davut Parker” adını vermiş. Pistiryakof, Atatürk’ün oturup kahve içtiği köşeyi bir altın zincirle çevirip sehpası ve kahve fincanı ile beraber ayırmış. Bunları göremediğime üzüldüm. Pistiryakof, mahkemeden aldığı karardan sonra bir daha Pistiryakof ismini kullanmadı.” (Sadık Diri-Halit Köprücü İnşaat Kolektif Şirketi dönemi 1935-1942)

İşi kaçırmamak uğruna…

“ (…) Sezai geldi:

  1. - Oğlum. Haydarpaşa-Salıpazarı sondajlarını kaçırdık. Bir artezyenci bizden düşük fiyat vermiş.

Biz Salıpazarı rıhtım ve antrepo inşaatına göz koymuştuk, onun için sondajlarını da biz yapmak istiyorduk. Bu işe Sezai’nin canının çok sıkıldığı belli idi.

  1. - Peki Sezai. Sonunda ölüm yok ya.
  2. - Eksiltme kanununa göre, onun fiyatından yüzde 15 inersek işi bize verecekler. Ankara’dakiler ısrar ediyorlar.
  3. - Peki. Artezyenci de bizim fiyattan yüzde 15 inerse?
  4. - Biz de tekrar ineriz.
  5. - Yani böyle ine ine sıfıra geleceğiz.
  6. - Bedavaya. Üste bir çay, bir simit. Var mısın?
  7. - Varım.” (STFA dönemi 1943 sonrası)

Tavşanı tam vuracakken

“Eski Ayaş yolu, zikzaklarla hemen hemen zirvenin eteklerine kadar tırmanırdı. Tam tepede her gece farlarım bir tavşanı kovalardı. Zamanla tavşan farlara alıştı ve kaçmaz oldu. Yol kenarında kıç üstü dikilip benim geçişimi seyrediyordu. İstanbul’dan av tüfeğimi getirttim, o gece için doldurdum ve yokuşa vurdum.

Tepede tavşan her zamanki yerinde poz almıştı. Tüfeği doğrulttum, nişan aldım, tetiği tam çekecektim ki… çekemedim. Hayalimden yıldırım hızı ile bundan sonraki geceler geçti. Biz bu tavşanla dost olmuştuk. Her gece bu ıssız yerde beni bekliyordu. Onu vurduktan sonra buradan acaba hangi yüzle geçecektim?

Kabahat tüfekte imiş gibi onu arka tarafa savurdum. Ayaş’tan ayrılıncaya kadar sadık dostum beni her geçişimde selamladı.” (STFA dönemi 1955-1956 arası)

Müshilli intikam!

“Benim doktorluk tarafıma bütün şantiye boyunca büyük bir inanç vardı. Bir gün de Hasan Çavuş karşıma dikildi:

  1. - Bey, bu ishali atlatamadım. İlaçlar tesir etmedi. Bana bir şeyler ver.
  2. - Bekle. Birazdan getiririm.

Hasan Çavuş’a içerlerdim. Beton temeller için kum çakıl çıkarırdı. Laf dinlemez, kafasının dikine gider, programın altını üstüne getirirdi. Şimdi fırsat çıkmıştı. Doğru Nallıhan’a gittim, iki şişe müshil satın aldım.

  1. - Hasan Çavuş, birini akşam içeceksin, öbürünü sabah. Öğleye kalmaz dirilirsin.

Ertesi öğle, geçerken beni yoldan çevirdi:

  1. - Bey, bacaklarım titriyor, ayakta duramıyorum.
  2. - Geçer, geçer, sık dişini.

Hırsımı almıştım. Fakat hikayeyi dinleyen barajdaki doktor arkadaş, “Tehlikeli iş. Herifi öldürebilirdin!” demişti.” (STFA dönemi 1955-56 arası-Ankara, Zir Köyü)

Müftüden manda fetvası

“Günlerden Cuma olması dolayısıyla mandacılar “mübarek Cuma günleri manda koşmanın şer’an caiz olmadığı gerekçesiyle çalışmayı reddederler. Ancak inşaata ormandan gürgen taşınacak. Yerel halktan Turgut Işık isimli bir genç başarır. Gerisi Akkaya’dan:

Birkaç gün sonra Turgut’u yakalayıp sorduğum zaman bu işi nasıl başardığını anlatmıştı:

  1. - Evvela Karadere’den bütün mandacıları toplayıp heyet halinde Bartın müftüsünün huzuruna götürdüm. Ondan “Menafi mülkü millet ve müdafai memleket sadedinde yapılacak hayırlı bir iş uğruna mübarek Cuma günleri dahi manda koşmak caiz midir” sualine, evvela “caizdir” diye bir fetva aldım. (Çünkü daha evvel müftüyü görüp münasip şekilde konuşarak hakkından gelmiştim…) Sonra da her ağaca, iki mandayı tekbirlerle koşturtup ormandan indirttim.
  2. - Gürgen Pınarı’na girerken manda katarının önüne yeşil sancak da çektirtmiş miydin? Önde Sakal-ı Şerif de var mıydı?” (STFA dönemi 1960’lar Bartın’da tünel inşaatı)

** Bu bölümdeki anılar, Feyzi Akkaya’nın “Anılar” başlığı altında ST-FA’nın Köprü dergisine yazdığı yazılardan ve yine Feyzi Akkaya’nın “Ömrümüzün Kilometre Taşları” adlı kitabından alınmıştır.

* “Ömrümüzün Kilometre Taşları” kitabına Feyzi Akkaya Temel Eğitim Vakfı'ndan ulaşılabilir.